Dervişliğin en belirgin özelliği yoksulluğu (fakr) kabullenmektir. Tasavvufun önde gelen ilkelerinden olan fakr, dervişin mal mülk, giyim kuşam vb. dünya nimetlerine önem vermesini engeller. Kapı kapı dolaşarak dilenenlere de yanlış olarak derviş denilmişse de, aslında dervişlikte temel ilke, Allah’tan başka hiç kimseden bir şey beklememektir. Fakr da, Kur’an’da belirtildiği gibi, kişinin Allah karşısındaki yoksulluğu ve yalnız O’na muhtaç oluşudur. Hz. Muhammed’in tutumu da bu anlamdaki yoksulluğu doğrular. Nitekim Hz. Peygamber‘in ”Yoksulluğumla kıvanç duyarım” dediği rivayet edilir. Dervişlikte, dış yoksulluk, tasavvuf yolculuğunun başlangıç makamı olarak sayılır ve bu sayede dervişlerin ruhlarının dünya ile ilgilerinden kurtularak Allah’a tam anlamıyla yönelme özgürlüğü kazanacağına inanılır. Bu nedenle dervişlikteki gerçek fakrın görünümlerinden biri de kimseden bir şey istememektir. Derviş, maddesel nimetler karşısındaki vazgeçişi daha öteye götürerek, Allah sevgisi ve hoşnutluğu dışındaki bütün ahiret nimetlerine bile ilgisiz kalır. Yunus Emre, bu yaklaşımı şu dizelerle dile getirir:
”Cennet Cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni”
Ünlü bir Hintli Sufi olan Hücrivi‘nin (öl. 1072) Keşfü’l -mahcub adlı yapıtındaki tanımına göre, ”dervişlik, bütün anlamıyla mecazi bir yoksulluktur; onun bütün ikincil görünümlerinde deney üstü bir ilke vardır. Tanrısal sular dervişin üstünden gelip geçer. Dervişin işleri kendisindendir; eylemleri kendisine yüklenir, düşünceleri de kendisine bağlıdır. Ancak bir kez, işlerini kendisinin elde ettiği (kesb) biçimindeki bağlardan kurtuldu mu, eylemleri artık kendisine yüklenemez; şimdi o yolcu değil, yoldur; yani derviş kendi iradesini izleyen bir yolcu değil, üzerinden geçilen bir yoldur.” Böylece derviş, yaratılmış benliğini oluşturan tüm sözde niteliklerinden sıyrılır (fena) ve gerçek nitelikleri olan tanrısal varlıkta sonsuzlaşır (beka).
Tasavvuf tarihinde, dünya nimetlerini önemsemeyen, kendini salt ibadete veren zahitler (aşırı sofular) daha Hz. Muhammed döneminde vardı. Hz. Peygamber’in zaman zaman ”Eşinizin, çocuklarınızın, bedeninizin, gözlerinizin de sizde hakkı vardır. Hiçbiriniz Allah’a benden daha yakın olamazsınız; oysa ben hem ibadet ederim hem de çalışırım, dinlenirim” gibi sözlerle bu gibileri uyarmak gereğini duyduğu bütün güvenilir hadis kitaplarında belirtilir.
İslam dünyasında dervişlerin oluşturduğu, kuralları, töreleri, ilkeleri (adab ve erkan) olan tarikatlar ancak XIII. yüzyılda ortaya çıktı. Bu tarihten başlayarak bireysel nitelikli dervişlik yaşamı sürdürenler, artık mürşitlerinin çevresinde kurumsal bir düzene geçtiler. Bununla birlikte silsile denilen tarikat zincirini değişik kanallardan Hz. Muhammed’e kadar götürmek, tüm tarikatların ortak özelliği oldu. Tarikatlarda her derviş, kendisini Hz. Peygamber’e bağlayan bu silsileyi öğrenmek, tarikat büyüklerince telkin edilen inancın, tarikat adab ve erkanının ruhsal yükseliş için namaz, oruç gibi farz ibadetler kadar önemli olduğunu benimsemek zorundadır. Derviş, kendisini tarikata sokan kişi (şeyh, mürşid, pir, üstad) aracılığıyla tarikat silsilesine katılmış olur. Dervişliğe aday olan talip, ikrar ve ahd ya da bey’at ile tarikata girer. İkrar, İslam inançlarının benimsenmesi, ahd ve bey’at ise, biçimi tarikatlara göre değişen bir tür antlaşma ve sözleşmedir. Mürit bundan sonra bir uyum dönemi olan ”çile” ye girer.
Dervişler, tekkelerde hücre denilen küçük odalarda yaşarlardı. Bütün dervişlerin bir odada bulundukları, tek bir büyük odası olan tekkeler de vardı. dervişler için tekke, ahlak ve muaşeret kurallarının, ilkelerin öğretildiği bir yerdi. Burada öğretilen ”edepli davranış” toplumsal yaşamın ana kurallarından kabul edilirdi. Ünlü Sufi Molla Cami, Nefahakül- üns adlı yapıtında, ”Her şeyin bir hizmetçisi vardır; dinin hizmetçisi de doğru davranıştır.” diyerek, dervişlikte, dindarlıkta ahlaklılığın bölünmezliği ilkesini dile getirir. Aynı sofiye göre, dervişin, ”benim ayakkabım, benim gömleğim vb.” biçiminde konuşmaması gerekir; bir şeyi varsa onu kardeşiyle paylaşmalıdır; yoksa mertebesinden olur. Tekkelerde dervişlere, ruhsal yollarındaki ilerlemelere göre türlü görevler verilir, bu konuda mertebe silsilesine dikkat edilirdi. Dervişler arasında, en uygun olanı halife mertebesine yükselir ve şeyhinin ölümünden sonra şeyh olarak tekkeyi yönetirdi.