arama

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı

  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş

Birinci Dünya Savaşı‘nda Türkiye‘nin en büyük faciası, 1914 senesinin Temmuz ayında seferberlik ilanıyla başladı. Yirmi sınıf sılah altına çağırıldı. Muvazzaf olarak ve redif alayları namı altında, kırk beş yaşından altmışa kadar on beş sınıf silah altına alındı. Bundan üç ay sonra da harp ilan edildi ve bu harpte Osmanlı Devleti tarihe karıştı..

Hava ve deniz kuvvetleri, karşı cephe kuvvetine oranla çok zayıftı. Bu muazzam savaşı göze almak en büyük cinnetti. Savaşa girişimizin, Harbiye Nazırı bulunan Enver Paşa‘nın ısrarıyla gerçekleştiği güvenilir kaynaklarda belirtilmektedir. Bu faciaya katılma kararı alanların, kendi iradeleri ile değil başkalarının sevk ve idaresi ile hareket ettikleri de ciddi iddialar arasındadır. Enver Paşa elindeki mevcut bütün kuvvetin teferruatını çok iyi bilirdi. Hava ve deniz kuvvetleri oldukça zayıftı. Muvazzaf askerlerin elindeki martin ve dumanlı on atışlı mavzerlerden ibaretti. Bu silahlarla İngiliz, Fransız ve Ruslara harp açmak delilikten başka bir şey değildi. Bir iddiaya göre ittihatçılar, “Memleketimiz çok geniştir, biz hepsini imar edemeyiz, yalnız Anadolu’yu imar etsek kâfidir.” düşüncesiyle Osmanlıyı küçültmek istiyorlardı. Bir Başka iddiaya göre de İngiliz ve Fransızlar, tarafsız kalmamız şartıyla, Mısır ve Tunus’u bize iade edeceklerini vaad etmişlerdi. Bu sözlere de itibar edilmedi.

Zamanın padişahı Sultan Mehmed Reşat Han, kukla mahiyetinde idi. İttihatçılar ne isterse onu yapardı. İttihatçıları sevk ve idare eden gizli kuvvetin gayesi Osmanlı’yı içten içe bölmekti. II.Dünya Savaşı öncesinde Amerika Devlet Başkanı Rozvelt ve İngiliz Başvekili Churchill, Mısır seyahatleri sırasında Adana’ya gelirken, Churchill, Almanlara karşı savaşa girmemizi istemiş ve ısrar etmişti. O zaman Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Çakmak dayatmış ve “Bizden istediğiniz üç fırka askerle omuz omuza çarpışacak üç fırka İngiliz askeride getirirseniz, bize yeni silahlar ve tanklar verirseniz harbe gireriz. Dediklerimizi yapmazsanız biz de harbe iştirak etmeyiz.” diyerek felaketi üstümüzden atmıştı. Daha sonra Refet Paşa ve Recep Peker, Almanlara karşı savaşa girme teklifini meclise ilettiler. Muzaffer cepheye savaş ortağı olarak iltihak etmek, bize büyük menfaatler ve avantajlar temin edeceğinden bahisle savaşa girmek kararının alınmasını teklif ettiler. Grup, sureti kat’iyyede bu teklifi reddetti. Grupta konuşan ve onlara cevap veren hatiplerin bakış açısı şöyledir:

“Biz harbe girersek Almanlar havaca çok kuvvetlidir. Bizim büyük şehirlerle fabrika ve köprülerimizi havaya uçururlar. Ayrıca en az beşyüz bin insanımızı kaybederiz. Kör topal olarak yuvarlak masaya iştirak ederiz, müttefiklerimiz de bizden beter olurlar. O halde, savaşa girme kararının bize faydası dokunur.”

Grup ittifakla bu teklifi reddetti. Ve böylece memleketimiz, II.Dünya Savaşı’na girmekten kurtuldu. Eğer Enver Paşa’da Fevzi Çakmak gibi Almanlara; “O zaman sen evvela, ordumu yeni silahlarla teçhiz et ve benim askerim kadar Alman askerini de bana gönder, emir kumanda bende olsun sonra harbe girerim.” deseydi, en az on milyon insanın ölmesine ve 10.000.000.000 liralık servetimizin heba olmasına engel olurdu. İşte iki Erkânı Harbiye Reisi’nin farkı buradadır.

Savaşa giriş çılgınlıktı. Adeta sopa ile mavzer üzerine yürümek gibi bir şeydi. Almanların verdiği küçük yardım, Çanakkale’ye münhasır kalmıştır. Bir sene sonra Birinci Kuvveyi Seferiye namı altında Halil Paşa kumandasında bir fırka asker, İran hududuna gelebildi. Ancak bunlarda da küçük çaplı mavzer silahı vardı. İki gün taarruzdan sonra, üç dört gün istirahata geçtiler. Ruslar mukabil olarak üç fırka süvari Kazak askerini getirdiler. Dördüncü günü Dilman kasabasının civarında ovadan müstahkem dağa hücuma geçen Birinci Kuvveyi Seferiye, akşama kadar beş bin zaiyat vererek, gece karanlığından yararlanarak çekilebildi. Ve bir daha tutunamadı. İran’ın Bradost nahiyesinde ve Anadolu’nun Diri Deresi’nden Yüksekova’ya oradan da Başkale’ye çekildi. Hakkari sancağının merkezi, Başkale’nin bütün kaza ve köyleri düşman askerleri tarafından işgal edildi. Halk şaşkın halde ne yapacağını bilemez hale geldi. Uğradıkları akıbet çok feci oldu. Bir kısmı askerlerimizi takriben Bitlis istikametine, bir kısmı da Şemdinli kazasına sığınmaya çalıştı.

Ruslar bir taraftan işgal ettikleri şehirlerin ileri gelenlerine mektuplar gönderiyordu: “Biz toprak istemiyoruz. Biz insanlık için bu hareketi yaptık. Fabrika getireceğiz. Memleketinizi imar edeceğiz, ve biz gittikten sonra siz müreffeh ve mesut yaşayacaksınız.”

Ruslar Yüksekova’yı tamamıyla işgal etmişti. Yaz geçince yüksek dağdaki insanlar çektikleri fakirlik ve yoksulluğa dayanamayarak, Irak’a gitti. Ve en büyük afet olan kolera hastalığı salgın halinde basgösterdi. Yakalananlar oniki saat zarfında olüyordu. Salgın bütün şiddetiyle hüküm sürüyordu. Her konak yerinde beş on ölü bırakan muhacirler, bu surette yüzde elli zayiat verdi. İlaç yok, yiyecek yok.. Hükümet insan başına üç kuruş kağıt para veriyordu. Bir çay beş kuruşa idi. Bir muhacir iki yevmiye nafakasına mukabil bir çay içebiliyordu. Bu zulmü ve haksızlığı halka reva gören İttihat ve Terakki idaresi, elbette ki batacaktı.

1917 kışı yokluk ve açlık dönemi oldu. Musul sokaklarında bilhassa mülteci ve asker olarak günde üç yüz küsur insan açlıktan can veriyordu. Ölüler defnedilmiyor, mezarlara atılıyor, köpeklere ikram ediliyordu. Bütün kış hep böyle devam etti..

***

 

 

 

okuyucu yorumlarıOKUYUCU YORUMLARI